Rabbimizin emrettiği, kitabın ilk suresi olan, kitabın anası, esası, temeli ve bir özeti olan sure Fâtiha… Kur’ân’ın anası olan bir sureyi anlamak, ne söylediğinin farkında olmak ve gereğini yerine getirmek… Fâtiha’da nice sözler verilir. Verilen her bir söz, bir ahittir. Her Fâtiha, ahdi yenilemektir. Verilen sözler önemlidir, fakat bu sözü kime verdiğimiz daha da önemlidir. Alemlerin Rabbine söz vermek… Yeryüzünde bütün canlılara merhamet eden, onları koruyan, rızıklarını veren Rahman ve mahşer günü yalnız iman edenlere merhamet edip, nimetlendirecek Rahim olan Allah’ın adıyla sureye başlanır…
Dünyada Rahman oluşuna güvenip, Rahim oluşunu düşünmemek bir gaflet ve cehalettir. Mümin Allah’ın Rahman oluşuna güvenir, Rahim oluşunu da unutmaz. Esas olan sonsuz hayat için mücadele ve hazırlık yapmak…
“Hamd alemlerin Rabbi Allah içindir”
Hamd; övmek, sena etmek, yüceltmek, münezzeh kılmak (noksansız bilmek), tam kılmaktır. Bugün, nicelerinin yaptıklarının ve söylediklerinin hikmetini soramamak, sorgulayamamak, niçin yaptı ve neden söyledi diye sorgulamamak. Bunun arkasında onu mükemmel kabul etmek, eksiği yok bilmek, hatasız görmek vardır. Sorgulamadığınız, hikmetini soramadınız herkesi hamd etmiş ve yüceltmişsinizdir. Tarih boyunca insanlar din adamlarını, peygamberlerini, atalarını mükemmel bildiler ve Allah’a vermeleri gereken vasıfları onlara vererek, hamdı Allah ile beraber onlara da yaptılar. O yüzden Rabbimiz, hamdin yalnız kendisine yapılması gerektiğini bildiriyor. Yalnız Allah’ın (c.c.) övülmesi konusunda Rasulullah (s.a.s.) “Hristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övdükleri gibi sizlerde beni övmeyin. Bana Allah’ın kulu ve Rasulü deyin” buyurmuştur. Hristiyanlar Hz. İsa’nın yaptığı mucizeleri onun kendisinden bilip, babasız oluşundan dolayı, Allah katında özel bir makama oturttular. Bu övmeleri, kendilerini kurtarsın, dünyada işlerini yerine getirsin ve ahirette de şefaatçileri olsun diye yapıyorlar…
İslâm dünyasına da bu bakış girdi. Veliler, kutuplar ve gavslara aynı makamlar verildi. Hem dünyada işlerini halletsin hem de ahirette şefaat edip, cennete götürsün diye yüceltmeler yapıldı. Rasulullaha (s.a.s.) ve ashabına veremedikleri nice üstünlükleri, gizli ve gaybi bilgileri velilere verdiler. Sünnette bulamadıkları örnekliği, ehli kitaptan aldılar. Kimse kendisi gibi birine tabi olmak istemiyor. Onda bazı üstün vasıflar olmasını istiyor. Onda olmasa da, olma ihtimali yoksa da, ona yaftalayıp kendilerine faydalı olacak hale getiriyorlar, hayallerinde… Ehli kitabın ve müşriklerin din adına ve ibadet kastıyla yaptıklarını, bunlarda yapıyorlar. Kimse karşılıksız bir şey yapmıyor. Bunca övmelerin, yüceltmelerin arkasında elbette hem dünyada hem de ahirette bir beklenti var. Türbeye giden, onu kafasında bir makama oturtmuş, sonrada istediklerine aracı yapmak için bu işi yapıyor. Herkes kendince mükemmel kabul ettiğini, aracı yapıyor. Ve bu övme işi de bir yarış haline dönüştürülmüştür. En üstünü bizimki yarışı…
Peygamberler arasında ayırım yapmaması gerekenler, hocalarını, velilerini, liderlerini övme yarışına girmişlerdir. Bu yapılan övmeler Allah’ın sıfatlarının gaspı haline dönüştüğü için itikadî bir hal almıştır. Mekke müşrikleri putlara tapmadıklarını, o putlara Allah’a yaklaştırsın diye ibadet ettiklerini söylüyorlar. Görüntü de niyet kendilerince iyi. Bugünkiler gibi… Kişiyi sadece övme gibi görülen bu durum, işi mükemmel kabul etmeye götürüyor. Hikmeti sorgulanmaz, hata yapmaz, eleştirilmez, günah işlemez, yalan söylemez gibi mükemmellikler oluşturulur bakışlarda… Allah’a ait sıfatlarda hiçbir şey, O’a denk tutulup övülemez. Peygamberler kendi aralarında sahabe kendi arasında, müçtehitler ,alimler kendi aralarında üstün tutulabilir. Bu, onlara Allahın lütfettiği makam ve ilimlerdir. Doktoru doktorla, esnafı esnafla kıyaslar yaptıklarıyla üstün tutulur. Övme ile Hamdi bir görmedeki hataların sonucudur bunlar. Hamd de noksansız ve mükemmel bilmek vardır. Allah’a ve dinine yapılan bunca hak gasplarında, hakaretlerde sesi çıkmayanlar, kendi liderlerine, hocalarına ve şeyhlerine söz söylendiğinde alabildiğine tavır ortaya koyuyorlarsa, övmenin, üstün tutmanın kime yapıldığı ortadadır! Herkes sevdiğini ve değer verdiğini savunur, över. Sorgulanmayan her şey mükemmel kabul edilmiştir…
Bugün Müslümanlar, ehli kitap gibi din adamlarını bunca övme işini yapmışlarsa, Fatiha da söylenilen “Hamd alemlerin Rabbi Allah içindir” emrinin gereği yapılmamıştır. Çünkü bu ayet anlaşılmamıştır. Söyleyen, ne söylediğinin farkında değildir. İnsanlar çalışıp, çabalayıp cenneti hak etmek yerine, az amelle, aracıların yardımıyla kolay yoldan cennete gitme hesabı yapıyorlar. Bu İslâmca bir bakış değildir. Şefaat olunanlardan olmak için sizin bunu bugün hak etmeniz gerekir. Birilerinin şefaat hakkı olması değil, sizin hak etmeniz gerekir. İnsanın birbirine faydası bugün, yarın herkes kendi derdinde olacaktır… Övme işinde kişiye bir takım vasıfları veren Allah övülmez iken, Allah’ın vasıf verdikleri övülüyor. Bu da ciddi bir bakış sorunudur. Gelen lütuflar da insanlara teşekkür edilir. Övme o nimeti asıl verene yapılır. Hamd de aşırı sena ve noksanlıktan beri kılma vardır. Bugün insanlar kimi övüp yüceltiyorsa ,onun yasalarına göre hayatlarını düzenliyorlar. Herkes üstün tuttuğuna tabi olur. İtaat ve teslimiyeti ona yapar. Birçokları yardımı nimetin kimden geldiğini, kimin aracılığıyla olduğunu düşünüyorsa ona hamd ediyor. Sözle Allah’a, tavırlarla aracılara yapılıyor.
“Alemlerin Rabbi olan Allah”
Alemler, Allah’ın dışında kalan her şeydir. Canlı ve cansız bütün yaratılanlar. Bizim hamd edeceğimiz Allah (c.c.), bütün kainatın Rabbidir. Kainatı fark eden insan, yaratanını kavrayamamış… Gördüğüne inanıp, görmediğini yok sayan bir bakış… Alemlerde insan ve cinlerin dışında kalan her şey, Allah’ı Rab olarak kabul ederler. Rab; kanun koyan, terbiye eden, çekip çeviren, rızık veren, malik olan otorite sahibidir. Terbiye eden, onu yasalarla terbiye eder ve hayatının devamı için rızıklandırır. Allah (c.c.) kainatın yaratıcısıdır. Dolayısıyla yarattıklarının malikidir. Malik olduklarının üzerinde otorite sahibi, tek yasa koyan ve çekip çevireni, yani Rabbidir.
Ruhlar aleminde Rabbimiz “Ben sizin Rabbiniz değimliyim” buyurmuştur. İnsanlarda “Bela/evet” doğru diyerek kabul etmişlerdir. Yani sen bizim tek yasa koyucumuzsun. Bizim tek terbiye edenimiz, çekip çevirenimizsin, demek istenmiştir. İnsan, bu sözün ne kastettiğini unuttu, unutturuldu. Yerine de aracılar oluşturuldu. Rabbimiz insanın verdiği bu rab sözünün yani ahdin gereğini yerine getirsin, kıyamet günü ya Rabbi bizi uyarsaydın düzelirdik, rab sözünün gereğini yerine getirirdik demeyesiniz diye kitabı göndermiştir. Kitabı göndermekle bırakmayıp, hayatıyla yaşayarak gösteren Peygamberler göndermiştir. Ruhlar alemin de yapılan bu ahid neleri kapsıyordu ve kiminle yapılmıştı, bunun iyi kavranması gerekir. Toplumun bilmediği ve kavrayamadığı mesele budur. O gün kendi rızasıyla Rabbi kabul eden insan, bugün gereğini yerine getirmiyor…
Allah’ın çokça isim ve sıfatları varken ,sadece biriyle ahid alınıyor. Demek ki yeryüzüne halife olacak insan için bu Rab sözünün kabulü yeterliydi. Çünkü Rabbi kabul, Maliki kabuldür. Rabbin yasalarına itaat, İlâh kabul etmektir. Yine Rabbin yasaları din, itaat etmek de ibadettir. Rabbi kabul, hepsini kabuldür… İnsan yeryüzünde halifedir ,yani yeryüzünü çekip çevirir. Bunun için bir yasa ve düzen gerekir. O yasalarda Allah’ın gönderdiği Kitaplarıdır. Düzen için yasayı gönderen Rabdir. İnsan, Allah’ın yasalarını almayıp, yeryüzünün sevk ve idaresi için kendi yasalarını oluşturursa, kendini rab yerine koymuş olur. Bu yüzden Rabbimiz kendi Rabliğini tasdik ettiriyor. Siyasetinde, hukukunda, ekonomisinde, eğitiminde, kurumunda, iş yerinde, cemaatinde, ailesinde ve kendi hayatında yasa koyucu Allah mı yoksa insanlar mı? Bütün mesele bu!..
Firavun, Kur’ân da 78 defa ismen zikredilen ve kendini rab yerinde gören bir simgedir. Tuğyan edip, baş kaldıran tağutun simgesidir. Firavun da kavmine “ben sizin en yüce rabbinizim” demiştir. Yani Mısır’da tek otorite, tek hüküm koyan, hükmü geçerli olan, itaat olunacak olan, Mısır’ı çekip çeviren, devlet hazinesinden rızıklandıran ve eğiten, benim demiştir. Kendini sahip (malik) gördüğü yerin Rabbi kabul etmiştir. Yani Mısır’da hakimiyet (hüküm koyma) yalnız bana aittir diyordu. Kur’ân bize o kadar çok Firavundan bahsediyor ki sizde bu hataları yapmayın, rabliğe girişenlere karşı uyanık olun, itaat etmeyin, diye. Firavun gibi bugünün yasalarını oluşturanlar, insanları uymak zorunda bırakanlar, isteyerek veya zorla Firavunun tağut yolunu devam ettirmektedirler. Allah adına yeryüzünü çekip çevirmesi gereken ve yeryüzünün halifesi olan insan, o yerde kendini rab yerine koydu. Abd (köle) olan insan, efendisini unutup, kendini efendi (rab) yerine koydu. Ve insanları sınıflandırıp, itaate zorladı. Rabbimiz, insanlar ahitlerine sadık kalsınlar diye kitabı ve peygamberi gönderiyor. Bu bir merhamettir. Rahman oluşun sonucudur. İnsanlar ruhlar aleminde verdikleri sözün ne manaya geldiklerini unuttular. Yeryüzüne geliş gayesini, kitabın ve peygamberin gönderiliş gayesini ve nasıl amel edileceğini unuttular. Kimsenin kendini Allah yerine, yaratıcı yerine koyduğu yoktu. Fakat sahip olduklarını kendilerine mâl edip, onlar üzerinde tasarruf hakkını yalnız kendilerinde görme hatasına düştüler. Bu da Allah’ın Rabliğini gasptır.
Kur’ân’da 930 kez Rab kavramı geçecek, firavundan ve benzerlerinden bunca bahsedilecek, Kur’ân’a tabi olduğunu söyleyenler başka rabler edinecek… Bunu anlamak cidden zordur. İnsanların nasıl rahat yaşayacaklarını, cezalarının ve mükafatlarının nasıl olacağını, nasıl eğitileceklerini ben bilirim, biz biliriz diyen ,o yerde kendini rab yerine koymuştur. Onu kabul edip, itaat eden, destekleyenlerde onun rabliğini kabul etmişlerdir. Sorgulamamanın sonucu da bu olacaktır elbet…
İnsana öldüğü zaman sorulacak ilk soru “Rabbin kim?” sorusudur. Niçin Rab denirse, ilk önce ruhlar aleminde Rab sözünü kabul, dünyada gereğinin yapılıp yapılmadığının ilk hesabı… İnsana, Allah’ı biliyor musun değil de, Rabbin kim diye soruluyor. Yani dünyada kimin yasalarına tabi oldun, hayatını çekip çeviren, terbiye eden kurallar hangileriydi? Sen hangi yasalara tabi oldun? Allah’ın yasalarına mı yoksa insanların yasalarına mı sorusu sorulacak. Bir yerde hangi yasalar uygulanıyorsa o din, o yasaları koyan rabdir. Onlara itaat edip uymak, İlâh kabul edip ibadet etmektir.
“O Rahman ve Rahimdir”
Rahman; merhametin ve şefkatin tümünü içine alan bir kelimedir. İnsanın bunu anlaması zordur. Çünkü Allah’a yapılan bunca şirk küfür ve isyanlara rağmen kullarını koruyup rızıklandırıyor, dualarına icabet edip yaşama hakkı veriyor. İnsan kendisine yapılan yanlışlık, hata ve düşmanlıklarda karşılığını verir, tanımaz, yaşama hakkı vermez, ilişkiyi koparır. İnsanın kendi merhametine bakarak, Allah’ın merhametini anlaması zordur. Allah (c.c.) Rahman oluşundan merhametinin gereği rızıklandırıyor, müsaade ediyor, cezayı vermekte acele etmiyor. İnsanlarda buna güvenip, bize dokunan yok düşünüp şirkine, isyanına devam ediyor. Rahman kendine ibadet edene de isyan edene de aynı imkanları tanıyor. Bu merhametin sonucudur. Zulmün ortadan kaldırılması müminlere bırakılmıştır. Allah (c.c.) zulmü ortadan kaldıracaksa, iş bitmiştir. İnsan Allah’ın rahmetine güvenip şirk ve haramları rahatça işler. Kendince ,nasılsa vakti var, Allah da affeder bakışı vardır. Oysa Rabbimiz “Sakın şeytan sizi Allah’ın merhametiyle kandırmasın” buyurur. Şeytanda çoklarını bu noktadan kandırıyor. Ama bir tevbe ile yapılan nice şirk ve haramları affetme ancak rahman olanın merhametinin sonucudur. Kıyamet günü Allah’ın yalnız Rahim sıfatı geçerli olacaktır. Bu da yalnız Ona iman edip, itaat ederek Müslim olanların üzerine olacaktır. O güne hazırlık yapanlar da, bu gün iman edip gereğini yerine getiren müminlerdir.
“O din gününün Malikidir” Din; insanların hayatlarını düzene koyan, ilişkilerini sağlayan, uymak zorunda oldukları kurallardır. Kur’an da birçok manada din kelimesi kullanılmıştır. Burada din ceza ve mükafat demektir. Yani kıyamet günü hükmü ve sözü geçen, o günün tek sahibi, otoritesi geçerli olan, ceza ve mükafat verecek olan, yargılayan ve sorgulayan tek o demektir. Kıyamet gününün tek maliki, hükmü geçeni, ceza ve mükafat vereni demektir. Kâfirlere tağutlara bir bu bir tehdit, müminlere bir müjdedir. Yapılan zulümlerin karşılığının verileceği, görülen zulümlerinde ecirlerinin alınacağı o gündür. Dünyada kendini malik yerine koyanlara, Rabbimiz gerçek malikin kim olduğunu bildiriyor. Bu da bir tehdittir. Allah (c.c.) her şeyin Malikidir. Malik olduklarına da yasalar belirler. Uyanlara mükafat, uymayanlara da cezalar verir. Yeryüzünde ki her şey ve insanın bedeni emaneten insana verilmiş imtihan araçlarıdır. İnsan bunları kendine mâl edip, kendini malik zannediyor. Malik; elde etmek, iradesini eline almak, yakalamak, sahip olmak, hâkim olmak, kontrol etmek, idareci olmak, saltanat sürmek, güç ve otorite uygulamak, hakimiyeti elde etmek, güç sahibi olmak, düşüncesine, davranışlarına ve duygularına sahip olmaktır. Kim bunları veya birini Allah yerine kendinde görürse o şey üzerine kendini malik kabul etmiştir. Sonrasında da onu kullanım için kendi hükmünü kullanır. Malik olmaya en hak sahibi olan onları yaratandır. Onun dışında ki bütün malik görme girişimi bir hak gaspıdır. O da Allah’ın hakkının gaspı. Müminler ise tevbe suresinde bildirildiği üzere mallarını ve canlarını cennet karşılığı satmışlardır.
“Ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz” Abd kölelik yapmaktır. İbadet, Allah’ın kuralarıyla bir hayatı yaşamaktır. Ancak sana ibadet ederiz derken, insanlar senden başka ilahlar edinmişler, yasalarına tabi olup itaat etmişler, hayatlarını ve ibadetlerini düzenlemişlerdir. Bizler bu noktada yalnız seni İlah kabul ediyoruz denilmektedir. İbadet, hayatın bütününü içine alan davranışlardır. Sadece namaz, oruç, hac, Ku’ran okumak, zikirden ibaret bir emir değil, siyaseti, hukuku, ekonomiyi, eğitimi, komşuluğu, akrabalığı, eşliği, evlatlığı yani bütün hayatı içine alır. Hayatın her alanında Allah’ın yasalarına tabi olan fatiha da ki “Yalnız sana ibadet ediyoruz” sözünün gereğini yerine getirmiştir. Uygulamada ki ameli hatalar müstesna. İnsanlar ibadet kavramını tam bilmediklerinden, uygulamada bir sürü hatalar yapılıyor. Yaptığının da doğru olduğunu düşününce, düzelmesi de daha zor oluyor. İbadet boyun eğmek ve alçalmaktır. Herhangi bir kişi karşısında hiçbir direniş göstermeden, isyan etmeden, yüz çevirmeksizin istediği hizmeti yerine getirmektir. Bu Allah’tan başka kime yapılırsa, itaat yani ibadet ona yapılmıştır. Siyasi veya dini önderlerin emirlerine tabi olmakla, ibadet onlara yapılmıştır. Kölelik; itaat, tapınma, hizmetçilik ve bağlanmadır. Bu kime yapılırsa ibadet ona yapılmıştır. Hür olduğunu zanneden dünya insanı, şeytan ve yolunda gidenlerin yasalarına tabi olmakla şeytana kölelik yapmışlardır. Bu yapılanlar Allah’a yapılıyor zannıyla şeytana yapılıyorsa bu tam bir gaflettir. Kayıtsız ve şartsız teslimiyet ibadettir. Bu da yalnız Allah’a yapılır. Niceleri sadece şekille değil, aklıyla ve kalbiyle itaat ederler. Bu gerçek anlamda bir ibadettir.
Yardımı da yalnız Allah’tan istemek gerekir. İnsanlar Allah’ı uzak bilmelerinin sonucu araya aracılar koyup Allah’a ulaşma yolları aramışlardır. Gabya imanları zayıf olan insanlar hemen ulaşabileceklerini düşündükleri putlar ve aracılar edinmişlerdir. Gizli ve gaybi bilgilerle nicelerini yüceltip, Allah ile aralarını aracılar yapanlar, geçmiştekilerin yollarını takip etmişlerdir. Peygamber ve ashabına verilmeyen bu işler nasıl onlara tabi olanlara verildi. Ve onlardan beklenir oldu. Mümin yardımı yalnız ve aracısız Allah’tan bekleyendir.
“Bizi doğru yola ilet. Kendilerine nimet verilenlerin yoluna” Doğru yol Allah’ın belirlediği yasalardır. O yasalara tabi olanlar doğru yolda olabilir. Bizi doğru yola ilet diyenin, o yola ulaşabilmesi ve o yolda kalabilmesi için o yola tabi olması gerekir. Sadece sözle bunu söyleyenlerin doğru yola girmeleri ve o yolda kalmaları mümkün değildir. Doğru yolda olmayanın, o yola girmesi, doğruyu bulmuş olanın da o yolda devam etmek istemesi demektir. Bu ancak Allah’a itaatle gerçekleşir. Her işte, her bakışta, her ibadet de doğru yolda olmak. İslamı kabul, yolun başına gelmek, ameller o yolda devam etmektir. Niceleri sadece yolun başında duruyor. Şeytan da o yolun üzerine oturmuştur. Doğru yol Seyyid Kutubun söylemiyle yol işaretleridir. Yol işaretleriniz olan Kur’an ayetlerini hayatın her alanında alırsanız, yoldan çıkmamış ve bizi doğru yola ilet sözünün gereğini yapmış olursunuz.
Kendilerine nimet verilenler, peygamberler, sıddıklar, şehidler ve Salihlerdir. Bu sözü söyleyen, kimlerin yoluna talip olduğunun farkında olmalıdır. Peygamberler gibi hayatın her alanında Allah’ın yasalarını şartsız kabul, amel etmek ve insanlara ulaştırmak mücadelesi verirler. Dinin şahidliğini, hayatın her alanında yaşayarak gösterirler. Hz. Nuh gibi 950 yıl da olsa. Her türlü sıkıntılara göğüs germe, sabırla mücadele etme, karşılığını da yalnız Allah’tan bekleme. Sıddıklar gibi Allah’ın emirleri karşısında şartsız kabul ve itaat etme. Allah ve Rasulü ne emretmişse koşulsuz teslim olanlar sıddıklardır. Şehidler gibi canını Allah’ın dini yeryüzüne yayılsın ve yaşansın, insanlar zilletten, kölelikten kurtulup yalnız Allah’a köle olsunlar diye canını feda etmek. Salihler gibi imanını şirkten, küfürden, nifaktan, amellerini haramdan, bid’a hurafeden, riya ve kibirden bir ömür boyu temizlemek. Kendilerine nimet verilenler bunlardır. Yollarına talip olduğumuz Allah’tan o yolunu istediklerimiz bunlardır. Ne istediğimizi ve kimden istediğimizi bilmezsek, bunun gereğini nasıl yapacağız. Nimet verilenleri tanımadan nasıl yollarına tabi olacağız. Fatiha da sürekli bu sözü söyleyenler, yolunu istedikleri peygamberler, sıddıklar, şehidler ve Salihler böylemi devlet yönetti, eğitimi, hukuku böylemiydi. İmani, ahlaki, ameli halleri böylemiydi. Eğer onların yolunda olduğu söyleniyorsa.
“Namaz dinin direğidir” buyurulmuştur. Bu verilen sözlerin gereği yerine getirilirse o içinde Fatiha olan namaz sizin dininizin direği olur. Fatiha’da bunları söyleyenler sonra nasıl başka yasaların peşinden, yolların, törelerin izinden gidebilirler. Batıl yollara tabi olup nasıl sıratı mustakimde ve nimet verilenlerin yolunda olunur.
“Bizi gazaba uğrayanlar ve delalete düşenler gibi yapma “ Gazaba uğrayanlar Yahudiler, delalete düşüp sapanlar da Hıristiyanlardır. Bu iki topluluk iyi tanınacak ki onların düştüğü hatalara düşülmesin. Kur’an da kendilerinden en çok bahsedilen bu iki topluluğu iyi tanımalı. Seyyid Kutub ehli kitaptan bunca bahsedilmesini onların düştüğü hatalara düşmeyin ve onların fitnelerine karşı uyanık olun. Rasulullahın (s.a.s) “ Ehli kitabı adım adım , karış karış takip edeceksiniz.” dediği bu topluluğa hangi alanlarda tabi olundu.
Ehli kitabın bozulmalarının başlıca sebebi kitaplarını tahrif etmeleridir. Sosyal hayattan kitabı çıkarıp, yerine hevalarından uydurdukları yasaları uygulamışlardır. Onlar kitaplarını tahrif edip tam olarak kullanılmaz hale getirdiler. Müslümanlarda kitabı anlamayıp, anlatmayıp ,sosyal hayattan çıkarıp tahrifat yapmışlardır. Kur’an’ı tahrif edememişler fakat kendi hayatlarında tahrif etmişlerdir. İmanlarında, ahlaklarında, amellerinde, ibadetlerinde, siyasetinde, eğitiminde, ticaretinde v.b. Kitabı tahrif sonunda sapma ve delalete düşme söz konusu olacaktır. Bununda sonucunda Allah’ın gazabı onların üzerine gelecektir. Kullanmadığınız gıda ve ilaç gibi, kullanıp amel etmediğiniz bir kenarda tuttuğunuz Kur’an da size deva olmayacak, kurtuluşunuza vesile olmayacaktır. Kullanılmayan veya yanlış kullanılan hiçbir şeyin faydası olmayacaktır. Amel edilmesi gereken kitabı sadece okunup, hıfz edilen kitap haline getirmek bir tahriftir. Müslümanlar şuan ki İncil’e ve Tevrat’a baktıkları gibi Kur’an’a da aynı şekilde bakıyorlar. Varlığına iman, amel etmeye gerek yok anlayışı.
Diğer ehli kitaba benzeme, dini birilerinin tekeline bırakma. Dini herkesin öğrenmesi yerine yalnız bir kesimin öğrenmesine, anlamasına, araştırmasına bırakmak. Onlarda bunu suistimâl ettiler mi tahrifat herkese zarar verecektir. Ehli kitabın din adamlarını ilah ve rab edinmeleri, bu ümmette de görülecektir. Dini sadece onlara bırakıp sonrada sorgulamaz, sorgulanmaz, eleştirilmez ve mükemmel hale getirdiniz mi ilahlık ve rablik kaçınılmaz olur. Sonrada onları övme yarışına girişilir. O din adamları birde siyasi otoritelerin yardımcıları haline gelmişlerse tahrifatın boyutu daha da artacaktır. Tarih bunun nice örnekleriyle doludur.
Kendilerini seçilmiş ve kurtulmuş görme hastalığı.Ehli kitap Allah’ı ve cenneti kendi tekellerine almışlardır. “Yahudi olun kurtulun, Hıristiyan olun kurtulun” Cennet bize ait, Allah bizim Allah’ımız bakışları. Ne tür bir hata işlerse işlesinler, yinede cennete gidecekleri anlayışı hâkim. Üstün olma düşüncesi, ayrıcalıklı olma bakışı şirkleri, haramları işleme ve hafife alma hastalığı oluştu. Aynı bakış Müslümanların içinde de oluştu. Herkes kendi mezhebini, cemaatini ayrıcalıklı, üstün, hatasız cenneti şimdiden kazanmış düşüncesi bu ümmetin çoklarının içine yerleşti . Toplumun içinde şirkler, haramlar normalmiş gibi bir hal aldı. Şirk bilinmez, haramlar da normalleşmiş durumda. Ehli kitabı lanetleyenler onları her alanda takip eder hale geldiler. Adının Müslüman olmasını veya birkaç ibadeti yapmayı Müslümanlık zannetme. Hiçbir delile dayanmadan taklit etme hastalığı. Bu bilinçli ve bilinçsiz olarak taklit yapılıyor. Sosyal hayatta ve din adına yapılan taklitler. Bu asli kimliğini kaybedip, bir başka milletin egemenliğine girmektir. Sokaklar bunun örnekleriyle doludur.
Taklit eden hiçbir zaman taklit ettiği geçemez. Hep ikinci sınıf kalmaya mahkumdur. Ehli kitab siyasileri ve din adamlarının dediklerine şuursuzca tabi oluyorlardı. Sorma ve sorgulama ihtiyacı hissetmiyorlardı. Bu ümmet içinde de hikmetinden sual edemedikleri siyasiler ve din adamları alabildiğine fazladır. Atalarını nasıl bulduysa öyle tabi olup amel eden bir topluluk olundu. Dünya işleri için aklını ve iradesini kullananlar, iş dine gelince körü körüne taklidi tercih ediyorlar. Yüz yıldan fazladır ehli kitabı taklit eden ümmetin durumu ortada. Basit gibi görülen nice taklitlerin ve benzemelerin sonucun da gelinen nokta. Değişilmemenin önünde en büyük engel, yaptığını doğru bulma, değişmeyi gerekli görmeme ,durumundan razı olma gibi düşüncelerdir.
Dünyaya aşırı bağlanma da bir ehli kitaba benzemedir. Bu dünyevileşmedir. Allah’ın takdiri yerine daha fazla kazanmak noktasında hırs yapıp, bütün hedefini dünyalıklara yöneltmek, kapitalizmin ümmet içindeki geldiği nokta ortadadır. Allah (c.c) hayırda yarışın emrederken, insanlar dünyalıklarda yarışır oldular. Ehli kitabın son yüz yılda geldikleri nokta, mânen tam bir çöküş. Ne yazık ki bu noktada ümmet onların izinden gitmektedir. Dünyada takdir olunanlarla yetinip, onlarla ahireti kazanmak mümince olandır. Dünyevileşmedeki hırs, ahiret yokmuş gibi bir hali ortaya çıkarıyor. Dünyalıklara olan tutku hırsa dönüşmüşse, bunu düzeltmek zordur. Kaybetmemek için her yolu denettirir. Merhamet bırakmaz, adaleti yok eder. Hedefi ahiret olanların buna dikkat etmeleri gerekir. Kapitalizme kızıp, kapitalistçe davranmamak gerekir.
Ehli kitap gibi dini tartışma konusu yapıp, ilmi paylaşmamak bir hastalıktır. Hakkı ortaya çıkarıp, anlaşılmasını sağlayıp, amel edilmesi için mücadele ve cehd etmek mümincedir. İlim onların ortak değerleridir. Birbirlerini ahiret yollarına çağırır ve o yolda tutarlar. Üstün olma, haklı çıkma, karşısındakini yenme, mahçup etme, desinler için söylem ve eylem mümince değildir. Peygamberin izinden gittiğini söyleyenlerin durumlarına iyi bakmaları gerekir. Tartışma ihtilafları gündeme getirecek, kardeşliklere zarar verecektir. Hak ortaya konulmuştur, tartışma yerine tabi olmak gerekir. Kardeşini rakip görmek yerine ortak kabul etmelidir. Birbirlerini cennete götüren ortaklar. Nefisleri ortaya koymak yerine, delilleri ortaya koymak ihtilafları yok eder.
Bananecilik de bir hastalıktır. Kendi dinimi kendim yaşar, başkaları beni ilgilendirmez bakışı mümince değildir. Ümmetçilikten ve cemaat olmaktan bahseden niceleri bir cemaatle beraber çalışmaz. Sıkışınca cemaate ihtiyaç duyulur.Kendinden başkasını düşünmeyen insanlar, cemaatler de bu toplum içinde meydana çıktı. Ferdiyetçilik, bu ümmetin birliğini bozan en büyük etkenlerdendir. Bu bakış nice ayetleri ve hadisleri üstüne almamaya sebep olacaktır. Bunca şirkleri ve haramları görmeyenlere, bu bir gün gelip onlara da bulaşacaktır. Sana dokunmayanlar bir gün nesline dokunacaktır.
Dini birkaç şekilden kabul edip, onları da yaptın mı din tamamlanmış kabul etmek. Ehli kitabın bir hastalığı da buydu. Yıllık, aylık, haftalık birkaç ibadet belirleyip, tatmin olma hastalığı. Her yaptığı ibadeti reklam aracı, üstünlük vesilesi sayma hastalığı. Cumadan cumaya, bayramdan bayrama birde hacla kilometreyi sıfırlama ,sonra da şirke ve haramlara devam. Bir kurtarıcı bekleyip kendi vazifesini yapmama. Din adamlarına velilere, mehdiye, mesihe bel bağlayıp vezifesini yapmamak. Dini tam bilmeyip, ciddiyetsiz bir şekilde amel etmek. Her şeyi, olduğu kadar Allah affeder, bundan bir şey olmaz, daha kötüleri var diye düşünmek. Bu ve bunun gibi nice taklitlerle ehli kitabın izinden gidilir. Elbette akıbet onlardan farklı olmayacaktır ve olmadı da. Namazı ikame eden, Fatiha da Rabbine ne söz verdiğini iyi düşünüp, bunun namaz sonrası amel etmenin derdine düşmelidir. Ne söz verdiğimiz kadar, kime verdiğimiz daha da önemlidir. Durumdan şikâyet etmek yerine, verilen sözlerin yerine getirilmesi gerekir. Müminler elbette Allah’a verdiği sözü hayatıyla gösterenlerdir. Akıbetin en güzeli de elbette onların olacaktır.